15 Temmuz 2015 Çarşamba

ATATÜRK GENÇLERİNE BİR BAYRAM ARMAĞANI

*Atatürk'ün Yaveri Muzaffer Kılıç anlatıyor;*
 Bir gün Atatürk'le beraber Abidinpaşa'dan gelip Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyorduk.

O zamanlar Samanpazarı'nda bulunan üç beş dükkandan birisi Ali Efendi isimli kitapçıya aitti. Kitapçı dükkanının kepenklerinde, nefis bir halı asılmış duruyordu. Harp yıllarının sonu olduğundan hiçbir yerde, hele Ankarada böyle güzel bir şey görmek pek şaşırtıcı olduğu için bu halı Atatürk'ün de dikkatini çekti. Hemen arabayı durdurup indik.

Beraberce dükkana yürüdük. Kitapçı, Ata'yı görünce, buyurun Paşam diyerek heyecanla bir emri olup olmadığını sordu. Paşa da bu halıyı  çok güzel bulduklarını ifade ettiler. Kitapçı;

- "*Paşam, bu halı bir müşterimin. Paraya ihtiyacı olmuş, satılması için bana** **bıraktılar. Benimle bir ilgisi yok*" dedi.

Atatürk, böyle güzel bir halının çok kıymetli olduğunu, bunu halı sahibinin nereden almış olabileceğini öğrenmek istediler. Kitapçı ezile büzüle;

- "*Paşam, emanet koyan isminin söylenmemesini özellikle rica ettiler, müsaade ederseniz ismini söylemeyeyim*" dedi.

Bu sefer Atatürk daha çok merak edip;

- "*Çocuk, belki halıyı almak isteyeceğiz. Kimin ve kaça olduğunu öğrenmek isteriz*" dediler.

Kitapçı;

- "*Paşam 40 lira istemişlerdi "  *deyip yine halı sahibinin ismini vermedi. Atatürk halı sahibini iyice merak edip ısrar edince de, kitapçı istemeyerek ve sıkılarak;

- "*Abdülhalim Çelebi Hazretlerinin Paşam* " dedi.
Abdülhalim Efendi, Mevlana sülalesinden gelmiş, Konya milletvekili olarak Mecliste görev yapıyordu. Kapısı herkese daima açık, cömert, gayet güzel konuşan, Mevlevi kalpağı ile gezen, akıllı, sevimli, hoş sohbet, özü sözü doğru bir kişiydi.

Atatürk, bu cevabı alınca çok duygulandı ve bana dönerek dükkana 40 lira bırakmamı emretti.

Hemen parayı bıraktım. Kitapçı halıyı koşarak indirip paket yapmaya koyuldu.

Bu arada Atatürk, Abdülhalim Efendi'nin kişiliğinden övgüyle bahsederek;

- "*Abdülhalim Efendi, evde halısını satacak kadar parasız kalıyor ama, kapısını kimseye kapamıyor*" diyerek onu övdü. Sonra da kitapçıya dönerek;

- "*Bana bak, halıyı biz alıyoruz. Fakat halıyı Abdülhalim Efendi'nin evine yollayınız, biz oradan aldırırız. Akşamüzeri de kendilerine bir kahve içmek için geleceğimizi söyleyiniz.*"  dediler. Kitapçı bu davranışa şaşırmış bize bakarken, arabaya binip uzaklaştık.

Aynı akşam Abdülhalim Efendi'nin evine gittik. Kendisi bizi avlu kapısında karşıladı.

Eve girince baktım halı, kapı arkasında paketli olarak duruyordu. Mütevazı evinde minderlere oturuldu, kahveler içildi.

Abdülhalim Efendi;

- "*Paşam halıyı almışsınız. Fakat halı evime geri geldi. Müsaade ederseniz, arabanıza koyduralım.*" dedi.

Atatürk de;

- "*Abdülhalim Efendi halı yine bizim olsun. Biz arada sırada sana kahve içmeye geldikçe onun üzerinde kahvemizi içeriz.*" diyerek halıyı açtırdılar ve odaya serdirdiler.

Kahveler içildi ve sohbet edildi. Giderken Abdülhalim Efendi yine bizi kapıya kadar uğurlayarak;

- "*Paşam eğer müsaadeniz olursa halıyı...*" derken  Atatürk sözünü keserek mütebessim;

- "*Abdülhalim Efendi, onu sana emaneten bırakıyoruz. Her gelmemizde onu burada görmek ve üzerinde oturmak isteriz.*" diyerek veda edip ayrıldılar.

Böylece Atatürk, Abdülhalim Çelebi Efendi'ye, kitapçıya bile belli etmemeye çalışarak ihtiyacı olan yardımı yapmış, fakat halıyı almamışlardı.

Bu ibret verici anı; O büyük *asker*, *devlet adamı* ve *devrimci liderin*, en az bu nitelikleri kadar büyük olan *insanlığını* anlatmasının yanı sıra, onun, gerçek dindar ve üstelik bir tarikat mensubu olan Çelebiye saygısını göstermesi bakımından da ayrı bir önem taşıyor.

Abdülhalim Efendi, o halıyı Konya Mevlânâ Müzesi kurulunca oraya armağan etmiştir. Görülüyor ki, Abdülhalim Efendi de bu asil davranışı kötüye kullanmamış ve halıyı sahiplenmeyip, layık olduğu yere armağan etmiştir. (1922).Ayrıca; Herkese açık sofrasını sürdürebilmek için halısını satan bir
tarikat ehlinin, dini siyasete  alet ederek para, mevki ve güce ulaşan, yurt içinde ve dışında saf  ve eğitimsiz vatandaşları sömürerek trilyonluk mal varlıklarının sahibi olup sefa süren, günümüz *din ve tarikat* * bezirganlarından* farklılığını da ortaya koyuyor.

Tabii, anlayana ve anlamaktan yana nasibi olanlara !


*Alıntı *: Atatürkten Hiç Yayınlanmamış Anılar / *Prof.Yurdakul Yurdakul*
 


7 Temmuz 2015 Salı

BİR EŞEK ÖYKÜSÜ

Antik Yunan döneminde (MÖ 620-560 yılları arasında) Ege'de yaşayan ünlü masalcı Ezop'un iki bin altı yüz yıldır canlılığını yitirmeyen öyküsü:

Hikaye bu ya...
Bir inek, bir beygir, bir eşek, etrafa dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve üç yıl sonra buluşmaya karar verirler... Her biri başka yöne gider.

Aradan üç uzun yıl geçtikten sonra
buluşma yerine önce inek ve beygir gelir... İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüştür.

Beygir merakla sorar:
'Nedir bu halin inek kardeş?'

İnek acıklı bir şekilde içini çekerek anlatır:

'Sorma beygir kardeş... Bu insanlar çok merhametsiz... Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha bulup onu yanıma koyarak bizi çifte koştular,
aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş.'

Beygir de acı acı başını sallayarak anlatır:

'Ah, sorma... Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler, ses çıkaramadım. Biri indi, öbürü bindi! Binmedikleri zamanlar zincire vurdular.
Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğinde arkama kocaman bir araba bağladılar. Bu sefer birçoğunu yeniden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça, daha hızlı gitmem için kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım inek kardeş.'

İnek ve beygir böyle konuşurken uzaktan eşek görünür. Hayli neşelidir. Islık çala çala, taşlara tekme ata ata, hoplaya zıplaya gelir. Mutludur. Üstelik şişmanlamıştır. Tüyleri pırıl pırıl parlamakta, gözlerinin içi gülmektedir. Üzerinde lacivert takımlar vardır.

İnek ile beygir şaşırmış bir şekilde,

'Nedir bu halin? Neler oldu? Neden böyle zevkten dört köşesin?'

diye sorarlar.

Eşek keyifli bir şekilde anlatır:

'Sizden ayrıldıktan sonra uzakta bir memlekete vardım. Birisi yukarı çıkmış bağırıyor,
bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu.
Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, yeri göğü inletirim. Sesimi duyan benim yanıma koştu, duyan duymayana haber verdi, etrafım insanla doldu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım. Haktan, hukuktan, refahtan,
adaletten filan bahsettim...'

'Eee, sonra ne oldu?'

'Ne olacak beni başkan seçtiler!'

'Deme yahu.. Yani sen başkan mı oldun?'

'Evet... Bir şey yapmama gerek kalmadı.
Ben bağırdıkça onlar 'Seninle gurur duyuyoruz' diye alkışladılar. Ben de yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım!'

'Pekiii, senin eşek olduğunu anlamadılar mı yahu?'

'Valla, yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı!'



3 Temmuz 2015 Cuma

HAFTANIN SÖZÜ - 137

"İnsanoğlunun değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettiğini, payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür."


LEV TOLSTOY