30 Nisan 2013 Salı

ANNE - BABA FARKI


Anne dışarıda alışverişteydi. İki buçuk yaşındaki bebeğe babası bakıyordu.
Aslında bu pek de zor bir şey değildi. Yavrucak halının üzerinde
'çay seti' oyuncağıyla oynarken baba da koltuğunda gazetesini okuyor, ara sıra da bebeğinin kendisine çay seti oyuncağının minik plastik fincanlarıyla ikram ettiği suları çay niyetine içerek oyuna iştirak ediyordu.
Derken anne eve geldi. Baba anneye sus işareti yaparak, bebeği izlemesini istedi.
Bu çok şirin hareketini annenin de görmesini istiyordu.
Anne, bebeğin elinde çay fincanıyla salondan çıkıp, biraz sonra içi su dolu olarak babasına getirmesini ve babanın da onu çaymış gibi içmesini seyretti.
Sonra gayet sakin bir tavırla elindekilerle mutfağa geçerken eşine seslendi:
- Çocuğumuzun uzanabildiği tek su kaynağının klozet olduğunu biliyorsun, değil mi?
Baba:
- ?!..?!...

Sözün özü:
Anneler evlatlarını çok sever ve onlara dair  her şeyi bilirler.
Babalar evlatlarına dair bir çok şeyi bilmezler ama onları çok severler.

29 Nisan 2013 Pazartesi

BEN YÖNETİMDE DEĞİLİM


Fırtına felaket.. Uçak öyle bir türbülansa girmiş ki, her yer zangır zangır sallanıyor.. 
Korkudan sapsarı olmuş yolcu, bakmış yanında bir rahip oturuyor.. 
"Bir şeyler yapsanıza Peder" demiş, yalvarır gibi.. 
Rahip istifini bozmadan cevap vermiş.. 
"Ben yönetimde değil, pazarlamadayım. 

26 Nisan 2013 Cuma

HAFTANIN SÖZÜ - 57

"Bir duruşmada; tek tarafı dinleyerek verilen karar doğru olsa bile, hiç bir zaman adil olamaz." 


Lucius Annaeus Seneca (d. Cordobaİspanya MÖ 4 - ö. Roma, M.S 65) Romalı düşünür, devlet adamı, oyun yazarı.
Roma’ya küçük yaşta teyzesi tarafından getirilmiş ve Mısır valisinin eşi olan bu kudretli kadının gözetiminde büyümüştür. Babası atlı sınıfına (equites) üyedir ve derlediği söylevlerle Latin edebiyatında Rhetor Seneca ve Stoacı ahlak görüşleriyle tanınan Seneca, ahlakın temeline doğaya uygun yaşama ilkesiyle, bir bilge idealini yerleştirmiştir. Zamanın toplumunu bir vahşi hayvanlar topluluğu olarak gören Seneca, bilge kişisini, kendi kendine yeten, hazza olduğu kadar eleme karşı da duygusuz, korku bilmez, evrenin gerçek efendisi, erdemi özgür iradesinin sonucu olan ve ölümden korkmayan kişi olarak tanımlamıştır.
Her ne kadar Stoacı maddeciliği benimsemiş olsa da, Tanrı'nın aşkın olduğunu öne süren Seneca, pratik felsefeyi öne çıkarmış ve gerçek erdemle değerin, dışarıda değil de, insanın içinde olduğunu belirtmiştir. Ayrıca harici iyiler ve zenginliklerin, insana mutluluk sağlamayacağını da söylemiştir.

25 Nisan 2013 Perşembe

CİNSİYETLER ARASINDAKİ BÜYÜK AYRIM


Erkeklerin beyinlerindeki cinsellikle ilgili alanlar kadınlarda olan benzer yapılara kıyasla iki kat daha büyüktür. Sıra beyne geldiğinde ebat önemlidir ve kadınlarla erkeklerin düşünme biçimleri, karşılık verişleri ve cinsel deneyimleri arasındaki farklılığı yaratır. Erkekler cinselliği kadınlardan daha fazla düşünürler. Erbezlerinde ve prostatlarında düzenli olarak boşalmazlarsa sürekli baskı hissederler. Erkeklerin cinsellikle ilgili beyin alanlarının büyüklüğü ve bu bölgede harcadıkları enerji kadınların iki katıdır. Aynı (sanki) kadınların duyguları işlemekte  sekiz şeritli otobanları, erkeklerinse toz toprak bir ara yolu olması gibi, erkeklerin cinselliği işleme alanları uluslar arası uçuşların yapıldığı, kadınlarınkiyse özel uçuşların düzenlendiği bir havaalanına benzer.”

Dr. Louann Brizendine, Kadın Beyni syf 110

24 Nisan 2013 Çarşamba

ACINACAK KİŞİLER


ŞU ÜÇ KİŞİYE ACIMAK GEREKİR;
 1.Cahilin eline düşmüş bilgili kişi,
 2.Güçsüz insana muhtaç kalmış güçlü kişi,
 3.Cimriyle arkadaşlık yapmaya mahkûm olmuş, eli açık kişi…
    (Eflatun)

22 Nisan 2013 Pazartesi

HARDAL NASIL YEDİRİLİR


Öğrenme  psikolojisinde en akıllı yol, söylenilmek istenileni, gene kendi  hasmına söyletebilmek- yedirebilmektir. .. Ancak bunu yaparken  de amaçlanan görüşü, hasmın kendi görüşü haline getirmek  hünerini gösterebilmektir. .. Kısaca sonuca ulaşıldığında, hasım  neyi yediğinin farkına bile varmamalıdır..  . 
         Hikayeye göre, bir Alman, bir İtalyan, bir Fransız ve bir  İngiliz aralarında köpeğe hardal yedirmek konusunda iddiaya  tutuşurlar.
          Alman önceliği alır, hardalı topak yapar ve köpeğin ensesinden  tutarak zorla ağzına tıkar... Hayvanın ağzı yandığı için hardalı  yemez ve çıkarır...
          İtalyan hemen atılır, öyle olmaz der ve hardalı makarna şeklinde  ufak parçalar halinde bölerek, köpeğe yedirmeğe çalışırsa da,  hayvanın ağzı gene yandığından o da başaramaz... 
          Fransız da, konuya kendi açısından yaklaşarak, hardalı önce  sulandırıp, sos olarak köpeğe yedirmek için uğraşırsa da, bu  uygulama ile de bir sonuç alamaz... 
          Sıra İngilize geldiğinde, İngiliz, önce köpeği okşayarak yanına  çeker, sırtını sıvazlar, sonra, hardalı topak yaparak hayvanın  poposuna yapıştırır. Köpek ardı yandıkça başlar hardalı yani  arkasını yalamaya, kısaca, canı yandıkça yalar, yandıkça yalar  ve sonuçta yalaya yalaya hardalı bitirir..... .  .

        
Akıllı ülkeler, hedef ülkeleri istedikleri çizgide tutabilmek  için onlara hardalı öyle yedirirler ki, o ülkeler neyi  yediklerinin (?) farkına vardıklarında iş işten çoktan geçmiş  olur!

19 Nisan 2013 Cuma

HAFTANIN SÖZÜ - 56

" Ehli namus yoklamada düştü hep meyus oldu
  Merkezinden koyduranlar, cümlesi mebus oldu. "


Neyzen Tevfik

18 Nisan 2013 Perşembe

PSİKİYATR PROF. DR. RASİM ADASAL'DAN İBRETLİK BİR HİKÂYE


Tarih: 30 Kasım 1957 Cumartesi.
Yer: Ank.Üniv. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Konser ve Konferans Salonu.
Durum: Her yer tıklım tıklım. İğne atsanız yere düşmez.
Konuşmacı: Merhum E.Tabib Albay. Prof. Doktor RASİM ADASAL.
Konferansın konusu: İnsanların yetkileri ve bu yetkilerin kullanılması.

Konferans başladı. Salonda sineğin kanat sesi duyulacak kadar sessizlik var.
Bundan sonrası RASİM ADASAL'ın özet ifadeleridir.

“Muhterem konuklar ve talebeler...
Bazı insanlara yetki verilir; bazıları da yetkiyi kendileri ararlar ve üstlenirler. Ben bugün yetkiyi kendi arayıp bulanlardan söz edeceğim... Ve
size bana intikal eden bir hikâyeyi anlatacağım.

Adamın biri yabancı olduğu bir kasabada dolaşırken büyük abdesti gelir.
Fena halde sıkışmıştır. Oraya-buraya seğirtir. Tuvalet arar, bulamaz.
Sonra aklına gelir. Burası bir müslüman kentidir. Ve her caminin
müştemilatında mutlaka bir umumi tuvalet olması gerekir. Gözlerini
havaya çevirir ve bir minare görür. O yana doğru seğirtir ve tuvaleti
bulur. Boş iki kabin; kapılarında birer suibriği ve çubuğunu tüttüren; bir sandalyenin üstüne adeta tünemiş bir tuvaletçi görür. İbriklerden birini kaptığı gibi kabinlerden birine dalar.
İbrikçi arkasından var gücüyle bağırır.
 - Bırak o ibriği, ötekini al.....
Adamın tartışacak hali yoktur. Bırakır aldığı ibriği, ötekini alır ve içeri girer... Ooohhhh... rahatlamıştır. Taharetlenir, dışarı çıkar, ellerini yıkar, parasını da verdikten sonra ibrikçiye sorar...
- Yahu arkadaş içeride merak ettim, düşündüm. Bu ibriği değil de ötekini alsaydım ne olurdu?
İbrikçi mağrur bir ifadeyle çubuğundan iki nefes daha çeker; sandalyesine iyice gömülür ve soruyu yanıtlar...
- BIRAK!... BİZİM DE BU KADAR FORSUMUZ OLSUN....

İşte muhterem misafirlerim ve sevgili talebelerim. Bazı insanlar hayatta zorla ya da has bel kader aldıkları yetkiyi böyle kullanırlar. Onun için bu tiplere aldırış etmeyeceksiniz ve üzülmeyeceksiniz..   Bir gün gelir o ibrikçi gider yenisi gelir..."

15 Nisan 2013 Pazartesi

BİZ DE ONLARA YAKLAŞIYORUZ

Sultan Alparslan 27 bin askeriyle Bizans topraklarında ilerlerken, keşfe gönderdiği askerlerden biri huzuruna gelip telaşla:
- 300 bin kişilik düşman ordusu bize doğru yaklaşıyor, der.
Alparslan hiç önemsemeyerek şöyle der:
- Biz de onlara yaklaşıyoruz.

12 Nisan 2013 Cuma

9 Nisan 2013 Salı

ERDEMİNİ YİTİREN MİLLET...


"Eğer bir millet iktidarda bulunan kişilerin şereften, onurdan, ahlaktan yoksun davranışlarını, hırsızlığını yalnızca kendi siyasi görüşünden olduğu için görmezden geliyorsa, o millet erdemini yitirmiştir. Erdemini yitiren millet bir gün vatanını da yitirir." 
Niccolo Machiavelli 

8 Nisan 2013 Pazartesi

KAPİTALİST İLETİŞİM ARAÇLARI


Kapitalist iletişim sistemi, ‘halkın ahmaklaştırılması’ diye adlandırabileceğimiz bir sonuç doğurmaktadır. İnsanları, entelektüel düzeyi çok düşük, çocukça bir evren içinde hapsetmek amacı gütmektedir. Sürekli olarak gönül maceralarının şişirilmesi, krallar, kraliçeler ve öteki sözde büyüklerin giyinişleri, içinde yaşadıkları dekorun şatafatı, içi boş tarihsel hatıralar, halkı ahmaklaştırmak için kolayca kullanılır. Bu araçlarla halk, gerçek dışı yapay, düşsel ve çocukça bir alana doldurulur, dikkatler böylece gerçek sorunlardan başka yönlere çevrilir. Kapitalist iletişim araçlarının kurbanları, vatandaşlık görevlerini yerine getirmeye çok az hazırlıklıdır.”(Maurice Duverger)

(Vural Savaş, Anılarım. Syf 14-15)

4 Nisan 2013 Perşembe

BİLGE DER Kİ;


Yüz'de ısrar etme,
"Doksan da olur".


İnsan dediğin,
"Noksan da olur".
Bir ben varım deme,
"Yoksan da olur".


Hatasız Dost Arayan,
"Dosttan da olur".

3 Nisan 2013 Çarşamba

'YANLIŞ' ve... 'DEĞERLER'


11 yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi.
     Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince,oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi. Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı. Bu o güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı.
     Baba-oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat 22.00 olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı.
'Suya geri bırakman gerekiyor, oğlum,' dedi.
'Baba!' diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. 
'Başka balıklar da var,' dedi babası.
'Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!' dedi çocuk.
Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı.
    Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi...
    Bu olay bundan tam 34 yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York City'nin ünlü mimarlarındandır.
    Babasının küçük evi hâlâ o adadadır. Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür.
    Çocuk haklıydı. Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat  'değerler' konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir. Babasından öğrendiği gibi 'değerler', doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur. Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir.
    Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk.
    Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez. Bu anıyı dostlarımıza ve torunlarımıza göğsümüz kabara kabara anlatırız.Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan.
* * * * * * * * * * *

Çocuğunu öyle karşıla ki; eve geldiği zaman, en güzel yere geldiğini hissetsin... .

Eşini öyle karşıla ki; yanına geldiği zaman, en doğru insana kavuştuğunu hissetsin... 

Anneni öyle karşıla ki; doğumundaki ağrıları lezzetle takas etsin...

Babanı öyle karşıla ki; ömür boyu bir başka evlada imrenmesin.. .

Fakiri öyle karşıla ki; ona serdiğinden büyük, bir dua sofrası sersin....

Zengini öyle karşıla ki; gönlünü gördüğünde, kendi gönlünün fakirliğinden kahretsin... 

2 Nisan 2013 Salı

MAAŞ AZ


Yaşlı bir adam emekliye ayrılıp kendisine bir lisenin yanında küçük bir ev alır. Emekliliğinin ilk bir kaç haftasını huzur içinde geçirir ama sonra ders yılı başlar. Okulların açıldığı ilk gün, dersten çıkan öğrenciler yollarının üzerindeki her çöp bidonunu tekmelerler bağırıp, çağırarak. Bu çekilmez gürültü günler sürer ve yaşlı adam önlem almaya karar verir.

Ertesi gün çocuklar gürültüyle evine doğru yaklaşırken kapısının önüne çıkar, onları durdurur ve, "Çok tatlı çocuklarsınız, çok da eğleniyorsunuz. Bu neşenizi sürdürmenizi istiyorum sizden. Ben de sizlerin yaşındayken aynı şekilde gürültüler çıkarmaktan hoşlanırdım bana gençliğimi hatırlatıyorsunuz. Eğer her gün buradan geçer ve gürültü yaparsanız size her gün 1 lira vereceğim..." der.

Bu teklif çocukların çok hoşuna gider ve gürültüyü sürdürürler. Birkaç gün sonra yaşlı adam yine çocukların önüne çıkar ve onlara şöyle der: "Çocuklar enflasyon beni de etkilemeye başladı; bundan böyle size sadece 50 kuruş verebilirim."

Çocuklar pek hoşlanmazlar ama yine devam ederler gürültüye. Aradan bir kaç gün daha geçer ve yaşlı adam yine karşılar onları: "Bakın" der, "Henüz maaşımı alamadım, bu yüzden size günde ancak 25 kuruş verebilirim, tamam mı?"

"Ama olmaz ki be amca!" der içlerinden biri, "Günde 25 kuruş için buna devam edeceğimizi sanıyor yanılıyorsun! Biz işi bırakıyoruz."

1 Nisan 2013 Pazartesi

DEYİMLERİMİZ VE ARDINDAKİ HİKAYELER - 5


AĞZINDA BAKLA ISLANMAZ  ve  AĞZINDAN  BAKLAYI  ÇIKARMAK

Türkçe'de bakla ile alâkalı iki deyim vardır. Her ikisinde de illiyet, kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir. Kurutulmuş baklanın ağıza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi ilzam eder. Sır saklama ve dilini tutma konusunda kendisine itimad edilemeyen kişiler için "Ağzında bakla ıslanmaz" deyiminin kullanılması bu yüzdendir. Yani duyduğu bir sırrı hemen başkasına anlatır, demlenesiye kadar yahut bir baklanın ıslanacağı müddet kadar olsun beklemez demeye gelir.
Baklayla ilgili diğer deyim baklayı ağzından çıkarmaktır. Deyim, içimizden geçtiği halde mekân ve zaman müsait olmadığı için nezaket veya siyaseten söyle(ye)mediğimiz şeyler için birisinin bizi ikazı zımnında "Çıkar ağzından (dilinin altından) baklayı" demesine işarettir. Deyimin hikâyesi şöyle:
Vaktiyle çok küfürbaz bir adam yaşarmış. Zamanla kendine yakıştırılan küfürbazlık şöhretine tahammül edemez olmuş. Soluğu bir tekkede almış ve durumu tekkenin şeyhine anlatıp sırf bu huyundan vazgeçmek için dervişliğe soyunmaya geldiğini söylemiş. Şeyh efendi bakmış, adamın niyeti halis, geri çevirmek olmaz, matbahtan bir avuç bakla tanesi getirtmiş. Bunlara okuyup üfledikten sonra yeni dervişe dönüp tembih etmiş:
- Şimdi bu bakla tanelerini al. Birini dilinin altına, diğerlerini cebine koy. Konuşmak istediğin vakit bakla diline takılacak, sen de küfretmeme isteğini hatırlayıp o anda söyleyeceğin küfürden vazgeçeceksin. Bakla ağzında ıslanıp da erimeye başlayacak olursa cebinden yeni bir baklayı dilinin altına yerleştirirsin.
Adamcık şeyhinin dediği gibi tekkede kalıp kendini kontrol etmeye başlar. Bu arada şeyh efendi de bir yere gidince onu yanından ayırmamaktadır. Yağmurlu bir günde şeyh ile derviş bir sokaktan geçerlerken bir evin penceresi hızla açılır ve gençten bir kız çocuğu başını uzatarak, "Şeyh efendi, biraz durur musun?" deyip pencereyi kapatır. Şeyh efendi söyleneni yapar. Ancak  yağmur sicim gibi yağmaktadır ve sığınacak bir saçak altı da yoktur. Üstelik niçin durdurulduğunu henüz bilmemektedir ve kız da pencereden kaybolmuştur. Bir ara evin kapısına varıp kızın ne istediğini sormak geçer içinden ve tam kapıya yöneleceği sırada kız tekrar pencerede görünür ve,
-Şeyh efendi, der, birkaç dakika daha bekleseniz...
Şeyh içinden "La havle" çekse de denileni yapmamak tarikat adabına mugayir olduğundan biraz daha beklemeyi göze alır. O sırada küfürbaz derviş kendi kendine söylenmeye başlamıştır. Yağmurun şiddeti gittikçe artmakta, bizimkiler de iliklerine kadar ıslanmaktadırlar. Nihayet pencere üçüncü kez açılır ve kız seslenir:
-Gidebilirsiniz artık!..
Şeyh efendi merak eder ve sorar:
-İyi de evlâdım bir şey yok ise bizi niçin beklettin?
- Efendim, der kız, elbette bir şey var, sizi sebepsiz bekletmiş değiliz. Tavuklarımızı kuluçkaya yatırıyorduk . Yumurtaları tavuğun altına koyarken bir kavuklunun tepesine bakılırsa piliçler de tepeli olur, horoz çıkarmış. Annem sizi geçerken gördü de yumurtaları kuluçkaya koydu.

Münasebetsizliğin bu derecesi üzerine Şeyh efendi,
-Ulan derviş, der, çıkar ağzından baklayı!..